hiçinpiçi

Sevgili Prensesim, o güzel affına sığınarak sana bir hikaye anlatmalıyım çünkü hayat sadece şatolarda veya dayalı döşeli odalarda geçmez. Tebanın ta dibinde neler döndüğünü bilmelisin. Aklımın içuzayı ve zamanında ancak böyle layık olabilirim aşkına… Ve seni temin ederim ki ben sana asla yalan söylemem;

 

Günaydın Kolomb dedi, çatı katından inip karşıma oturdu lacivert ve flu bakan gözleriyle. Gecenin son birasını açtı hep kirli olan gözlük camlarını temizlerken. Ve utanmadan son sigaramı yaktı. Günaydın Kolombo dedim. Kahverengi falandı gözleri, o siyah olduklarını iddia ederdi ama sık sık lacivert bakardı. Aslına bakarsanız ikimiz de renk körüydük ve miyoptuk. Ne gördüğümüzü sanıyorsak oydu gerçek: Ama bu herkes için geçerlidir, bunu unutmayın…
“Al” dedi “sana külliyatıyla bi hikaye”
“Hah” dedim “başladı yine..”
“Gönlümün ta dibinden bi kardeşimle, liseyi daha yeni mi bitirmişiz, üniversiteye mi geçmişiz, tam hatırlamıyorum, başladık otostopla ülkeyi gezmeye. Gidebildiğimiz her yere gidip iş bulup çalışıyoruz. Sonra sıtkımız sıyrılınca, hoppala paşam, malkara keşan çıkıyoruz yola, artık allah ne verdiyse, ta dibine… 32 kısım tekmili birden macera. Yola çıkmadan, nedense, benim silahları çok sevmemden herhalde, sekiz patlar, bayıltan mermi atan bi toplu tabanca almıştık her ihtimale istinaden, burası dünya gezegeni diye. Tonguç koymuştuk ismini bir de, makara olsun… Çünkü bilirsin beni, severim makineleri ama boşluğa bile ateş edemem. Kıyamam o boşluğa, belki bir gün doldururum ben onu diye.”

***

Yollar uzun sabır kısadır. Yolculuk sona erer, çocuk doğduğu kasabaya döner. Hiç bitmeyecekmiş gibi bir macera aklından, fikrinden, dilinden damlamaktadır. Mekan Çeşmealtı, İzmir’de turistik bile olmayan sakin bir sahil kasabası. Keratanın yanında çocukluk arkadaşları, elinde rakısı ve niyeyse, yanında sekiz patlar tabancası. Hikayelerin bini bir para. Yavaş yavaş anlıyor ki filinta, yazmak ve anlatmak için yaşamış bütün olanları ve olgunlaşmak için hakeza.
 Sırf macera, heyecan, şenlik yok anlattıklarında. Yorgunluk var, yılgınlık, can acısı, efkar ağrısı, erken bastırmış bir ‘ulan bu ne, ne biçim, lan nasıl?!’  korkusu. Aklı ağardıkça kendi hikayesine ruhu dağılıyor anlatırken. Attığı kahkahalar kadar cayırtılı yanıyor. Ölümü anlatmıyor, çirkinliği, pisliği anlatmıyor ruhlardaki. Sadece neşeyi, var olmanın aşırı doz hafifliğini, yolun ruhunun bizzat güzelliğini ve süt gibi gülümseyenleri, yeşil limon gibi matrak olanları ve planör gibi püfürfeza gönülleri. Erik piçinin kurusu büyüyor…
 Dışı başka içi başka anlatmaktan yoruluyor hayran hayran dinleyen çocukluk arkadaşlarına. “Salmayın kendinizi, güdüldüğümüz şey değiliz, aslında hikayet bambaşka!”
 12 oldu saat, hadi gidelim yatalım artık, diyor biri. Üzülüyor bizimkisi…

***

Üzülmüştü sanırım o zamanlar. Aptal ve sarhoş bir güceniklik vardı sesinde, gözlerinde. Artık kıyıdan suya nasıl tatlı tatlı geçilirse, işte öyle. Sıkılmıştı da biliyorum. Macera sürüyordu, en az 12 sene daha sürecekti. Ama anlattığı şeylerin tadı -acı ve tatlı- çevresindekilerde hiçbir şeye tekabül etmiyor, doğru yere nüfuz etmiyordu. Tecrübe hazineydi ama Bizans parası gibiydi. Anlayanla paylaşılmazsa, mutluluk gibi, aslında beş para etmezdi. Anlıyordum ve hala anlıyorum o sarhoş gözleri, ruhu, ciğeri. Acıdım bile ona o anda, ama hala hüzünlü, vakur bir heyecanla anlatıyordu hikayesini cayır cayır. Şimdi 30 küsur yaşındaydı ve hikayelerinden başka hiçbir şeyi yoktu artık.
 Onu öyle güzel seven o leziz kızlar gibi tıpkı, kalkıp yürümeye başlamıştı evlerine dostları. “Size Babadağ’dan nasıl uçtuğumu anlatmış mıydım?” diyesi geldi. “Mardin eşkiyasıyla rakı içişimizi?” Söylemedi. “Aylin Aslım’ın teklifini…” “…Ben aslında Şevval Sam’a aşığım” diyecekti, vazgeçti. O zamanlar daha bilmiyordu, bir yazarın en büyük hatasının, kendi hayatının başkalarına da muhteşem geleceğini düşünmesi olduğunu… Gencecik bir çocuktu ve çocuk gibi bir adam şimdi. Müşkülpesent lavuk, anlatıyor hala…

***

Eve yaklaşırken başka bir hikayenin sonunda, çocukluk arkadaşlarım için başka bir şeyde ya da gecenin tam ortasında durdum. Sonra, var mısınız lan Rus Ruleti oynamaya deyip silahı çıkarttım, yedi kurşunu boşalttım ve cevabı beklemeden “Ben başlıyorum.” dedim. Çocuklar garip garip bakıyolardı bana, çünkü saçmaydı yaptığım. Bir silahla tam olarak ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ben kendim dışında hiçbir şeyi riske atmaz, kimseye ateş edemezdim. Kafamdan neler geçtiğini tanrı bile bilmiyordu ama silahı kafama dayadım ve % 12,5 ihtimalin tetiğine asıldım.

***

BAAAM!

Yana attım kafamı, işaret ve baş parmağımla yaptığım silahı şakağımda tutarak. Korkmadı tabi. Biliyordu hikayeyi. Ama sinir oluyordum o bilgiç, bilge ve her şeyi çarpanlarına ayıran haliyle orda durup bana sakin sakin bakmasına. Ne sanıyordu kendini? İyi bir hikaye istiyordu, ben de anlatıyordum. İllet oluyordum her şeyimi eleştirmesine. Gencecik bir velettim ve filmler çekerdim, kadınlar severdim, ülkeyi gezerdim, güzel içerdim, senede 400 kitap okur, 500 dost edinirdim. Sonra haftalarca susardım. Bazen de hikayemdeki gibi kafama bir silah dayardım, bazen kafa tutardım bir mafya babasının oğluna, bazen bir öküzü bayıltacak kadar iksir alır, bazen de birinin annesiyle yatardım. Ne var ki bunda, öyle hissetsem yine yaparım. Cıvıldım, cayırdım, efildim. Uyuz oluyorum o sakin sakin dinlerkenki bakışlarına. Benden hiçbir farkı yok bence. Sersemin teki… 
Her neyse, ne diyordum ben? Ha,”%12,5 ihtimal, anlıyor musun?! Beni buldu. Patladı lanet silah kafamda. Bir arabanın üstüne yıkıldım. Lacivert tişörtüm kıpkırmızı oldu kandan. Son sözüm ‘Hasiktir’ oldu mu sana. Onlar boş gözlerle bana bakarken, benim gözlerim karardı. Öyle paniklediler ki görmeliydin. Gerçi ben bile anca karga tulumba taksiye taşınırken hayal meyal gördüm ama onlara kocaman bir hikaye verdim sanırım. Taksicinin ben kan kaybından ölmek üzereyken “döşemeler kan olmasın abi” dediğini, dostlarımın, ölürsem gözlüğümün hatıra olarak kimde kalacağını tartıştıklarını hatırlıyorum. Ölüyor olmasam dev bir kahkaha patlatırdım…
 Silahın çok yakın mesafeden öldürme etkisi vardı, kullanma kılavuzunda yazıyordu. Ben ta kafama sıkmıştım lanet şeyi. Tonguç’tu sekizpatların adı. Bu, belki,biraz komik bence. 
Kendimle o kadar meşguldüm ki, olup biteni net olarak göremiyordum. Ya da olup bitene o kadar kafayı takmıştım ki, kendimi bilemiyordum. Sırf bu olay için değil, genel anlamda. Sersemin tekiydim güzel kardeşim. Biliyorum, “Zaten şu anda da öylesin” diyorsun içinden. Ama cesaret bütünüyle sana aitse, sırtını herhangi bir yere yaslamıyorsan, sersemin teki olmak o kadar da kötü bi şey değil. Kendimi öldürmeye falan değil, sadece ölümün de pokerdeki kartlardan biri olduğunu söylemeye çalışıyordum. As gibi. Hayatın ana fikriydi ölüm ve onu bilmek, sonu bilmek, hayata müşfik bir mizah katıyordu. Bunu bidiğim ve bilinmesini istediğim için girmiştim oyuna. O yeni yetme varoluşumla bir çeşit kinaye yapmaya, incelikli bir şiir yazmaya çalışıyordum yaşarken. BİR ŞİİR OLMAYA ÇALIŞIYORDUM, anlıyor musun!? O kadar basıyordu kafam. Hayatımda kimseye vurmadım bile, bir tek ilkokulda Zekeriya diye bir çocuğa vurmuştum, o da bana vurmuştu ama. On yedi yaşımdayken Zekeriya’yı buldum. Bir markette kasiyerdi. Özür dilerim, dedim ona. “Manyak mısın oğlum sen!” deyip sarılmıştı bana. Bir karıncayla bir örümceği ezmemek için iki kez kolumu kırdım düşerek. Biliyorsun beni. Ateş ettim ve sadece kendimi vurdum.

***




Birbirlerine baktılar bir süre. Bildiklerini anlıyor, anladıklarını bilmeye kulak kabartıyorlardı sigaralarının dumanını birbirlerinin yüzüne üfleye üfleye. Sonra hikaye devam etti..; Beyniyle kafatasının arasındaki sıvının başladığı yerde durmuştu saçma parçaları. Geri kalan parçalar çıkarılmış, üç parça kafatasının iç basıncına müdahale etmemek için yerinde bırakılmıştı. Komikti röntgen filmi, şakağında üç parçayla kafatası sırıtıyordu. Sonradan çerçevelettiği o röntgen filmini babası kırıp atmıştı çöpe. Gurur duymuyordu yaptığıyla, komikti film ve son derece kişiseldi. Ha, evet, baba… Ve devam etti;

***

-“O saçma parçalarından biri beyin sıvına ulaştı bence ve basınç değişikliği yüzünden tam bi gerizekalısın sen”
-“Aşağılamaya çalışıyorsun beni ama seni biliyorum, seviyorsun bu halleri. Zaten senden başkasının bunu yapması kimin haddi. Dinle burayı, devam ediyorum, bak ne diyorum…”

***

Hasiktir, diyerek açtım gözlerimi. Ölümle yaşam arasındaki son ve ilk sözüm bu küfürdü. Genç neşeli bir stajerdi ameliyattan sonra kafamın sağ yanına pansuman yapan. “Ucuz kurtuldun” dedi. “Hay allah” dedim.
“Ne oldu ki?” dedi
,
“Babam” dedim, “Öldürecek beni”
“Ölümden yeni kurtulmuş oğlunu mu öldürecek baban?”
“Ah” dedim, “Hitler ya da Mussolini hakkında en ufak bir fikrin var mı?”
“Yok artık!
”
“Bilmiyorsun” dedim. Ve o sırada yoğun bakımın vahşi batı barları gibi sallanan kapıları açıldı. Yasak değil miydi yoğun bakıma girmek? Babam. Çökmüş bir yüzle yatağıma doğru yürüdü. Durdu. Yoğun bakım durdu. Yüzüme baktı ve binlerce yıllık bir yorgunluk ve binlerce puronun kalınlaştırdığı, doğasında kin olan bir sesle “Aferin!” dedi. Köz vardı sesinde, cenaze vardı, umudun son damlası olan umutsuzluk vardı. Ölü bir bebek vardı sesinde, bakışında. Kapılar tekrar sallandı ve beni o halde tek başıma bırakıp çekip gitti. Üşümüştü herkes. Yutkundum. Stajer de yutkundu. Şimdi beni neden anlayamadığını anlamıştı en azından. “O üç saçma parçası kalacak orda hep” dedi.” Saçmasapan bir herifim zaten, duruma uygun” dedim. “Almaya kalkarsak bir morona dönebilirsin” dedi. Kıkırdayıp “Allaaşkına?” dedim.

***

Ulaş… Paşaların en yelkenlisi… Yeni yetmelik arkadaşım. Eski dostum. Hiçbirimiz hayatımızın hiçbir aşamasında bıkkın, sıkkın, umutsuz, yıkıntı olmadık. Başımıza gelen her halta ve her hisse rağmen hep bunun tam tersi olmaya çalıştık. Kendi sorunumuzu kendimiz hallederdik ve kimsenin canını kendi dertlerimizle sıkmanın bir manası yoktu. Önemli olan sağduyuydu ve yarıtanrılar gibi kahkahalar, keyifler, neşeler, en azından samimi gülümsemeler… Hala da öyleyiz… Çoğumuz…
 Ulaş.. Eski dostum… Yelkenli.. Beni aradı geçenlerde. Babası ölünce annesi bir mafya babasıyla evlenmişti. Başı dertteydi. Dünyanın denizlerini gezerdi Ulaş, ikinci kaptandı. Hikayesinin bir yerinde bir şalter attı. Anlattı. Dinledim. Keyfimi bulaştırdım, neşelendi. Ama hissiyatı sadece biz beraberken değişirdi. Çünkü bilirdi benim hikayelerimi. Onu oyalamadığımı bilirdi. “Paşam, bi hikaye anlatayım sana, sonra beğenmiyorsan kalk git nereye istiyorsan” dediğimde, ölene dek dinlerdi beni. Acısının gümrüğünden kahkahalar yollardı sonra “ulan, ne filim adamsın” diye…
 Aradı.”Nerdesin?” dedi. Dedim “İstanbul”. “Bir tek sen anlarsın” dedi. Dedim “Abi, bi dur, yarın gelirim İzmir’e, rakı içeriz Kordon’da, ben seni ikna ederim.”
“Bir tek sen anlarsın. Hoşçakal benim asil kardeşim”dedi. Ahizeden bir patlama sesi geldi. Suratıma kan sıçradığını sandım. Kapattım telefonu. Yoktu yapabileceğim başka birşey. Yattım. Bakkala sigara almaya gider gibi gitti, öldü ahizedeki yanağımda. Yetmiş iki saat uyumadım. Çalıştım yetmiş iki saat. Sonra işi bırakıp Datça’da bir bar işletmeye gittim. İşin garip yanı, ben ona bu hikayeyi hiç anlatmamıştım ama Datça’da içtiğim tüm turunç-tonik rakıları bir şekilde ona adadım.
 Bir de bu yazıyı… Geçmişini sikeyim, hep ekiyosun beni Kunduz Söğüşü! Bunu saymıyorum, dolunayda bekliyorum. Günaydın benim canım kardeşim. Benden selam olsun Peru Beyi’ne. Bunu saymıyorum…
Üstad der ki; “Her anlamda en büyük yenilgi unutmaktır. Özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak.”
Günaydın.

Togan

Yorum Bırakın