The Fountain

the fountain, aronofsky ‘ nin kafasini mesgul eden insanin varolusu ve dogayla iliskisi ile ilgili temel sorunsallari daha iyi anlamamizi saglayan, pi ve requiem for a dream ile kavramsal olarak cok fazla ortak yonu olan bir film. filmin siirselligi, senaryosu, hikayesi, sinematografisi, muzikleri super duper de benim bunlarin hepsinden ote ilgimi ceken ise bu filmin aronofsky nin daha onceki filmleri ile olan sinematografik ve daha da onemlisi kavramsal organik bagi. simdi bazi yonetmen abiler var, misal bi kubrick, bi filmi hanya ovasi bi filmi konya ovasi tematik olarak genre olarak. romancilikta trevenian in ornegi oldugu gibi, her filmde farkli bir genreyi al, o alanda saglam bi eser ver, kendini tekrar etme gibi mod. kimi yonetmen de, bir sekilde belli bir temayi farkli farkli acilardan islemeyi seciyor, kendini tekrar etmeden ayni sorunsalin farkli acilardan resimlerini gosteriyor. acilar o kadar farkli ki izleyici cogunlukla anlayamiyor bile yonetmenin derdinin ayni oldugunu. tabi bu iki ekstremin ortasinda kalan bir suru de yonetmen var.

simdi aronofsky nereye dusuyor bu skalada? bana gore ayni temayi isleyen ikinci sinifa cok yakin. simdi pi de olay neydi bi hafizalari tazeliyelim, ariza matematikci abimiz dogayi sayilarla ifade edip, belli patternlara inidirmeye kasiyordu obsesif bir sekilde. ekonomi uzerinden doganin sirrini cozucem derken, tanrinin ismini buluyor, kendi dogayla hesaplasmasini yasayip bir arinmayla mutlu sona ulasiyorduk. (kafaya matkap sokarak mutlu son yapmak her yonetmenin harci degil tabi ki) obsesif sekilde dogaya meydan okuma, doganin sirrini cozme, en son da arinma cozulme ile dogayla barisma. beyin anatomisi uzerinden olum temasi da arka fondan film boyunca veriliyordu ayrica. tanidik geldi mi temalar? gelmedi mi? peki, bi de requiem for a dream a bakalim. burada iki ic ice gecmis hikaye var, birincisi uyusturucu kullanan cocuklarin drami, digerinde cocugun annesinin drami. iki dramin da asil sebebi bagimlilik. bu sefer doganin sirrini cozme, meydan okuma gibi kutsal idealist bir amac da yok, ortada olan hedonist bir asiri bagimlilik hali, bagimli olunan seyi elde etmek icin her seyi yapma hali, elde ettikten sonra da surecte olan bitenleri umursamama, kendini koyverme hali. bu sefer finalde bir cozulme yok, ama bir uzlasma mevcudiyeti kabullenis yine var. olum temasi sagda solda geziniyor yine, kahramanlarimiz olmekten beter olsalar da olmuyorlar. bu arada requiem for a dream de, piden farkli olarak aski ve askin obsesif bagimlik icinde nasil paramparca oldugunu goruyoruz. ilginc bir nokta da, pi de cozulme final sahne, acik hava park, kendine guvenli umursamayan bir oturus huzur ve bilgelik hali, dogaya dogru genisleyen bir final. requiem for a dream de ise bir odanin icinde cenin pozisyonunda kendi icine kapanan bir final. iki zit uc, kendi icine ya da disariya dogaya.

simdi elde ne var, iki filmde de bagimlik var extremetilerde. the fountain da bu sureklilik devam ediyor adamin obsesif derecede olumsuzluge ulasma cabasinda. iki filmde de olum temasi var, pi de daha baskin sekilde. olum the fountainda bu sefer sagda solda gezinmiyor, filmin direk ana konusu bu. dogaya meydan okuma pi de var, the fountain da direk ana tema. requiem for a dream de ask, ve askin bagimlilik karsisinda param parca olusu var dedik. the fountain da ask var yine ana temada, obsesif olumsuzluge ulasma cabasi bu sefer ask a karsi degil, ask icin. ama yine de yetmiyor, ama zaten gerek de yok. bu resim bize bir tek sey soyluyor, aronofsky, daha once iki filmde isledigi kafasini mesgul eden bir iki temayi bu filmde tek bir senaryoda sentezliyor.

bagimlilik derecesinde dogaya meydan okuma, kendi dogamiza, yaratilisimiza, varolusumuza, kapasitelerimize, her seyi hice sayarak sonuna kadar meydan okuma…hadi itiraf edin bu idealde harbiden insan ustu bir seyler var, aronofsky nin neden tav oldugu belli…ama bir yerde de dunyasal seyler var bu idealle uyusmayan, bu idealin icine alamayacagi, ask, olum, aile baglari, beden, cinsellik, agac (pi deki ve the fountain daki agaclara dikkat cekmek isterim, agacin sembolik acilimlarina hic girmeyelim simdi), toprak, tohum vs vs. bi ton dunyevi sey..idealle gercek bir birleri ile uyusmuyor, idealle gercegi sentezlemenin yolu, idealde cozulup gerceklikligi kabullenme. tam da bu nokta da budizm devreye giriyor iste, aronofsky nin kafasindaki resimin somut hali, sadece oturup inatla yillarca meditasyon yapip aydinlanalan buda, kendi kafasinin icinde, idealde aydinlanip, dunyayla uzlasmis dunyayi anlamis olarak donen buda. simdi bunlarin hepsi the fountain da var mi yok mu, yalanim varsa soyleyin…

NazIm

Yorumlar
Bir Yorum to “The Fountain”
  1. Anonymous says:

    yalan demeyelimde bu adamın bir tarzı var çünkü takıntısı var adamın tarihteki insanların neredeyse hepsi takıntılı insanlardır aronofsky ' nin takıntısı da insan doğa ve tanrı evrenin bütünlüğü siz tekrar ediyor dersiniz ben bu adamın anlatmaya çalıştığı şeyler var diyorum yukarıdaki 3 filmide defalarca seyretmişimdir inanılmaz ötesi hepside bana göre

    en basidi çağan ırmak adam bir bam teli olayını tutturmuş vuruyorda vuruyor kötü yönetmenmi yapar yo sadece en tarzı bu adamın seviyor bam teline dokunmayı

Yorum Bırakın