An’ı yakalamak

Sabah, sekize çeyrek kala çalan alarmının sesiyle uyandı, cep telefonunun yanıp sönen ışıklarıyla göz göze gelmesi de aynı sıralardaydı. Taktiği biliyordu, en azından bunu öğrenmişti. İki kere yes tuşuna basması kendisini altı yedi saat ileriye ışınlıyordu. Hayatının altı saatini yaşamamak, bu gerçek özveriydi onun için. Yes tuşuna ardı ardına iki kere bastı, telefonda yazanları okumadan. Bu kısa anda hep ufak bir tereddüt yaşıyordu, ışınlama öncesinde kendini okumadığı bir metnin altına imza atan o çaresiz adam gibi hissediyordu. Uyandığında saat iki civarlarıydı, ışınlamanın en hoşuna gitmeyen yanı da işte buydu, jetlag etkisi, o yarattığı hazımsızlık duygusu.Kolay bir şey değildi tabi, insanın hayatından bir şeyler vermesi, hele ki zaman gibi en değerli hiçlikten söz edildiğinde hiç kolay değildi. Kalktığında ilk olarak tuvalete gitti, bu her sabah zevkle tekrarladığı bir ritüele dönüşmüştü artık, aslında tamamen bir zorunluluktu ama kendi kimyasıyla ve yaşamsal zorunluluklarıyla barışık yaşamaya çalışıyordu, bu hiç fena değildi. İşemenin rahatlatıcı etkisi altında, ki uyanmasına yaklaştıkça bu işeme isteği yavaş yavaş ve sonra gittikçe artarak kendini belli etmişti ve uyumak gibi başka bir içgüdü karşısında olmasa çoktan tuvaletin yolunu tutmuş olurdu, geçen bu kısa sürede tuvaletin fayanslarına ve havalandırma penceresine bakarak düşünüyordu hiçbir şeyi. Yüzünü yıkamadı, aslında genelde yıkardı, bazen de yıkamazdı, bu onun için o kadarda önemli bir ayrıntı değildi kendisini tamamen anlık itkilerin emrine bırakmak böyle zamanlarda onun en vazgeçemediği özelliğiydi. Öyle ki canı camdan atlamak istese, hiç duraksamadan atlardı, ölmek pahasına. Odasına giderken buzdalabının üzerinde duran su ısıtıcısına ve hazır çay poşetlerine bir an gözü takıldı, ama durmadı, yine o itkilerin emrindeydi. Bilgisayarını açması sadece alışkanlıktandı, yoksa bu saatte yapacak hiçbir işi yoktu, yine aynı alışkanlıkla emaillerini kontrol etti, ama sadece email gelip gelmediğini kontrol ediyordu, gelen emailları okumaya bile tenezzül etmedi. Asıl önemli ve kritik olan karar müzik seçimiydi, güne başlarken dinlediği müzik, bütün günün gidişatını belirleyecekti. Vereceği kararın önemi ve ağırlığı altında ezilerek dakikalarca arandı, sonunda pes etti ve en kötü kararı verdi: Sessizlik. Koltuğuna oturdu, neyse ki otururken yanına kültablası, sigarası ve çakmağını almayı unutmamıştı yoksa tekrar oturduğu yerden kalkıp bunları yanına alabilmek için bir sürü bürokratik işleme tabi olmak zorunda kalacaktı. Bir sigara yaktı, günün ilk sigarası açlıktan guruldayan boş bir miğde ile kuru kuru içiliyordu, çok tatsızdı ama o bunu pek de fark etmedi. Karşısındaki kapalı perdeye ve onun arkasındaki camın ardında akan şehre doğru bakıyor gibiydi ya aslında daha çok boşluğa bakıyordu, beynindeki boşluğa. Bu düşünce onu hep şaşırtıyordu, beyin her zaman yeni veriler kaydedecek bir yerler buluyorsa demek ki her zaman boş olan bir yerleri de var. İşte o da şu anda tam da bu boş bölgeler üzerine odaklanmış durumda, bu boşluk ona huzur veriyor. Evet, kendi düz mantığına bazen kendisi de çok şaşırıyor. Sigaraların güzel yanlarından biri de buydu işte, gün içinde içilen sigaraların çoğu bu özelliğe sahipti, zamanı hızlandırıp hemencecik bitiyorlardı, siz nasıl bittiğini anlamadan. Ama bazen öyle sigaralar oluyorduki hiç bitmiyorlar ve insana cehennem azabı çektiriyorlardı, bu tip sigaraları şikayet etmeyi düşünmüştü ama açacağı davada firmaların tutacağı güçlü avukatlarla baş edemeyeceğini de biliyordu. Sonra zaman geçmeye devam etti, canı sıkılmıyor ya da her hangi bir şey yapmak da istemiyordu. Öylece koltukta oturmak.Bu çok güzel bir yaşamdı:

-Ne iş yaparsınız?
-Ben mi, bütün gün koltukta otururum.
-Vay be, çok zor bir iş bu. Sıkılmıyor musunuz?
-Yo hayır, neden sıkılayım ki? Her gün aynı şeyi tekrar tekrar yapmakla, her gün hiçbir şeyi tekrar tekrar yapmak arasında pek bir fark göremiyorum.
-Doğru aslında, haklısınız.

Böyle kendi kendine iç diyaloglar kurmak, ve yerine göre egosunu okşamak yerine göre ise baltalamak hoşuna gidiyordu. Deneysel bir yaşamın içinde kalmak suretiyle her türlü tadılabilecek şeyi tadmak gerekti onun gözünde. Bi de içsel kurgular vardı, hayali olması arzu edilen şey olarak tanımlarsak bu kurgular hayal değildi, çünkü o bunların olmasını istemiyordu. Bu garip bir çelişkiydi, zaten kurgulandığı anda yaşanan bir şeyi tekrar gerçek hayatta yaşamanın ne anlamı vardı, bu kesinlikle sıkıcı olurdu, sonuçta ikiside aynı yerde gerçekliğini bulmuyor mu, yani beyinde. Tekrarlar onu gerçekten sıkıyordu, hayatta her şey bir kere yaşanmalı diyordu çoğu zaman ama bazı bazı da bu düşüncesini kendisi bile savunmaktan aciz duruma düşüyordu. Çünkü tekrar tekrar yapmaktan sıkılmadığı şeyler de vardı, ki bunlar ve türevleriydi onu hayata bağlayan. Ama hayır, hayır, bu aynı şey değil diyor sonra öfkeyle, mekan aynı olsada ben aynı olamayacağım için bir tekrar söz konusu değil. Sonra bu kendisini kurtaran düşünce, kendi düşüncesinin de sonunu getiriyor, o zaman ben hayatta zaten istesemde aynı şeyi tekrarlayamam, mutlaka paremetrelerden biri değişmiş olacaktır, özellikle de ben. Bu gerçekten kötü bir durum, böyle anlar zaten sık sık oluyor, kendi düşüncenin ölümünü görmek ve çöpe atılışını izlemek. Yazık oldu be! Düşünce üretimleri, oyunları, kurguları ve iç diyalogları masasının üzerinde duran saatinin piliydi, en azından temiz bir enerji. Yiyecek bir şeyler aranmak için ayağa kalkması planlanmış bir eylem değildi. Bir saniye önce yoktu ve sonra vardı ve işte o ayaktaydı. Dünden kalan bir ekmek buldu, hiç fena değildi, sertleşmediği sürece bir sorun yoktu ki bu gayet yumuşaktı. Lezzet dedi kendi kendine, ne anlama geliyor acaba? Çok basit kavramlar gözünde büyüdükçe, çok komplike düşünceler gittikçe basitleşiyordu sanki. Emaillerini bir kez daha kontrol ettikten ve gelenleri yine okumadıktan sonra eline bir kitap alıp okumaya başladı. Okuma eylemini de şu an için meraktan ya da zevk için değil, sadece alışkanlıktan yapıyordu. Yoksa, aslında ne okuduğundan bile haberi yoktu. Çabuk sıkıldı, canının bir şeyler okumak istemediğini anlaması çok uzun sürmemişti, demek ki o kadar da kendinden uzak değildi. Şu anda tek istediği şey canının sıkılmasıydı, bu isteği bir gerçekleşse, işte belki o zaman bir şeyler yapmak isteyebilirdi. Saatinin pilini bir süre daha doldurduktan sonra tekrar bilgisayarının başına geçti. Bir adım attı ve müzik seçmeyi başardı. Sonra garip bir biçimde canı yazmak istedi, bu forrest gump’ın bir anda koşmak istemesi gibi bir şeydi. Koşmaya başladı, daha önce koştuğu yerlerde dolandığını görünce sıkıldı, başka bir yerlere doğru döndü ve koştu. Ta ki anı yakalayıncaya kadar yazdı, yazdı. Ve an’da, yani şimdide takıldı. İşte tam burada. Önüne çekilen bu sınır aşılamaz bir şeydi, sadece zorlanıp biraz daha ileriye çekilebiliyordu, ve hatta zorlamasına bile gerek yoktu çünkü biraz durduğu zaman o zaten kendi kendine daha ileriye gidiyordu. Bulduğu bu taktikle biraz daha oyalanabildi ve bu sayede yazabildi, durup ekrana bakıyor, sonra geçen süreyi anlatarak, yani ekrana baktığını anlatarak yazıyı sürdürüyordu. Ve yine bir ekrana bakış, ama bu sefer kısa. Bu ara imdadına müziğin bitmesi yetişti, bir süre seçimle uğraştı, sonra aradığını değil ama bu boşluğu doldurabilecek bir şey buldu, müzik susmamalıydı, yazabilmesi için ön şart buydu. Üst satırlarda yaptığı hataları düzelti. Artık daha ilerisinin olmadığını kesinlikle anladı, sonuna gelmişti.

Nazım
İsmini yazdı ve bitirdi.

Yorum Bırakın