Sınır Tanımayan Lağımcıyım Beeeeen!

Kanlı klinik atıkları hastanenin önüne atarsan etrafta soteye yatan köpek onu yer. Avlunun ortasına sıçarsan sinek yapar. Atıksu kanalının üstünü kapamazsan sıtmadan kırılırsın. İç mekanların köşe kısımları tükürülmek ya da işenmek için tasarlanmış zulalar değildir. DDT bir parfüm cinsi değildir. Kime diyorum prenses? Seni hintli bir prensle evlendireli çok zamanlar geçti. Ama bu hintli abilere temel hijyen kurallarını öğretememişsin be güzelim. Şimdi ben anlatıyorum ama uzaydan geldiğimi düşünüyorlar. Acaba ben gerçekten uzaylı mıyım?

Bugün sana yaşadığım yer ve yaptığım işten bahsetmek istiyorum prenses. Hindistan’ın bir eyaleti sandığım ama 110 milyon nüfusu, ingilizce ve hintçe dışında iki farklı yerel dilin konuşulduğu Bihar ülkesinden bahsedeceğim. Birçok yönden Afrika’dan bile daha büyük bir sefaletin sürdüğü topraklardan. Nüfusun yarısının açlık sınırının altında kronik gıda yetersizliğinden muzdarip, çocukların %80’inin aç ve anemik olduğu, doğan her bin bebekten altmışının, doğuran her 1000 anneden 37’sinin hemen oracıkta öldüğü yine de nüfus artış hızının %30 civarında seyrettiği, insanların kızamık, çocuk felci, kala azar, sıtma gibi tedavi edilebilir hastalıklardan öldüğü; kız çocukların %50’sinin 15 yaşına gelmeden evlendirildiği, AIDS, Hepatit gibi hastalıkların oldukça yaygın görüldüğü, sağlık sisteminin ise bu nüfusa hizmet vermekten çok uzakta olduğu bir yerdeyim. Rakamlarla resim çizilmez, biliyorum için karardı prenses ama dur bi dinle…

India 2011 © Anna Surinyach/MSF

Çevre aktivizminden mühendisliğe, gemi adamlığından endüstriyel dağcılığa, sonra dalış rehberliğine, oradan da film endüstrisi için uçma efektleri yapmaya uzanan abuk kariyerimin son bir yıldaki İstanbul ayağı dünyayı iyi bir yer haline getirmekten hızla uzaklaşırken Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) örgütü iş başvurumu kabul etti. Dünyanın kimsenin ulaşamadığı ücra köşelerindeki salgın hastalık, doğal afet, savaş ve açlık mağduru insanlara 1971 yılından beri ücretsiz, tarafsız, kayıtsız şartsız sağlık hizmeti ulaştırmaya çalışıyor MSF. Herkesin temel sağlık hizmetlerine ulaşma hakkını savunan örgüt, kimsenin dümen suyuna girmeden tavizsiz verdiği hizmet ve insani yardım odaklı çabalarından dolayı Nobel Barış Ödülü’nü almış 1999’da. Ulan hangi ara doktor oldu bu adam diye düşünmeyin zira örgütün doktor ve hemşireler gibi sağlık personelinin yanında lojistik sorumlulara ihtiyacı var. İşte benim yeni sorumluluğum da saha lojistiği.

İş doktorları götürmekle yetmiyor. Bu ücra yerlerde bazen bir klinik bazen de hastane boyutunda bir tesisin tıbbi malzeme tedariğini sağlamak, suyunu yemeğini ulaşımını temizliğini sağlamanın, salgın hastalıkları önleyici hijyen ve bilgilendirme çalışmaları yapmanın adına genel olarak Lojistik diyorlar örgüt içinde. Ulaşılabilir kentsel bölgelerde çok basit bir rutin ile yürütülebilen bu çalışmalar kaynakların kıt olduğu, ulaşım güvenliğinin ve iklim koşullarının zorluklarını gözönüne alınca oldukça karmaşık bir operasyon haline gelebiliyor. Savaş bölgesinde 24 saat bir ameliyathane çalıştırmanın gerektirdiği ihtiyaçları bir aklınıza getirin. Ben işin o kadar karmaşık boyutuna henüz bulaşmadım ortamlarda taze olduğumdan.

MSF bulunduğum bölgede Kala Azar denen bir hastalıkla mücadele konusunda çalışmalar yürütüyor. Adını buraya gelince öğrendiğim bu hastalığın Türkiye’de de görüldüğünü sonradan farkettim. Tatarcık (meyve) sineklerinin bulaştırdığı tropik bir parazit enfeksiyonu diyor sözlük. Görece kolay bir tedavisi olan bu hastalık, tedavi edilmemesi halinde çat diyor, öldürüyor insanları. Bihar Eyaleti de Kala Azar hastalığı yüzünden ölenlerin dünyada en yüksek olduğu bölgelerden bir tanesi. MSF burada yürüttüğü çalışmalarla, doğru bir tedavi yöntem ve stratejisi benimsenirse salgının ortadan kaldırılabileceğini yerel sağlık sistemine göstermek için çaba gösteriyor. Son 5 yılda neredeyse 9000 hasta tedavi edilmiş. MSF’in hassasiyetle üzerinde durduğu nokta, sağlık hizmetinin devletin temel görevlerinden bir tanesi olduğu. O yüzden bulunduğu bölgelerdeki varlığının geçici olduğunu sürekli vurgulayarak tıbbi tecrübe, eğitim, altyapı ve uzmanlığı yerel ölçekte oluşturmaya çalışan bir ahlaki anlayışla çalışıyor. Sağlık altyapısı düzelmeye başladığı anda da çalışmalarını ihtiyacın daha acil olduğu bölgelere kaydırıyor.

India 2011 © Anna Surinyach/MSF

Burada çok insan var prenses. 110 milyon nüfusun Türkiye’nin onda biri kadar bir alana sıkıştırıldığını düşün. Zaten Bihar’da doğmayı, büyümeyi ve yetişkinliğe erişmeyi sağsalim başarmış bir insanın atlattığı badirelerle edindiği bağışıklık akla ziyan. Yani seçilmişin seçilmişleri içinde yaşıyorum prenses. Hele ki senin gibi narin prenseslerin burada hayatta kalma ihtimali o kadar düşük ki sokakta gördüğüm kadınlara tsunamiden kurtulmuş gözüyle bakıyorum. Zira kadın cinayetleri, erkek çocuk baskısı ve diğer her türlü erkek egemen faktör burada hayatı hiç kolaylaştırmıyor.

O yüzden insanlar bu pislik içinde nasıl hayatta kalmayı başarıyor yeni yeni anlamaya başlıyorum. Az değil 150.000 nüfuslu bir köyde yaşıyorum prenses. Belediyenin çöp toplama hizmeti vermediği, herkesin çöplerini kapının önüne attığı, kanalizasyonun evlerin önünden açıkta geçen kanallara aktığı bir şehir düşün prenses. Domuzlar, inekler, keçiler ve tavuklar tarafından yürütülen atık yönetim faaliyetlerinin tek bir sorunu var. Bu hayvancıklar henüz plastiği sindiremediklerinden ortalık tam bir açık hava çöplüğü. Sivrisinekler, fareler ve diğer haşeratlar gündelik hayatın doğal bir parçası. Ben bile iki haftada bütün bunlara alıştıysam hayatı boyunca burada yaşamış ve bütün bu kirletici unsurlara bağışık insanların durumda bir abeslik görmemesine niye şaşırdığımı ben de bilemiyorum.

Burada paradigma böyle. Şimdi bi grup manyak gelip bu pisliğin içinde hastane olmaz deyince, ”zaten çok kalabalık, birileri ölse ne olacak?” bakışlarını da görmezlikten gelemiyorum. Ama “can” denen mefhum küçücük bir insan yavrusunun gözlerine doluvermeyegörsün; vicdanıyla bakan gözler o canı savunmak için herşeyi yapar bana kalırsa. Neyse duygusallaşmayalım, iki dakka bir şey anlatıyorum. Atık, kırsaldan kente geçiş sürecinde ortaya çıkan bir kavram. Kullanılan suyu toprağın emdiği, istenmeyen atıkların tamamının hayvanlar tarafından tüketilir olduğu kırsal bir kültüre atığın hele hele klinik atığın ne olduğunu ve neden kapının önüne atılmaması gerektiğini anlatmak çok zor. Bütün modern kültürlerin geçirdiği bir süreç bu. Bir gün karın tokluğundan fazlasını kazanmaya başlayan nüfus, kafasını kaldırıp etrafına bakıyor ve oy verdiği devletten bu kalabalığın kentsel yaşamını daha iyi düzenlemesini talep ediyor. Buradaki sefalet bu talebin oluşmasına yetecek bir zemin oluşturamamış henüz ama o günler de gelecek diye umuyorum.

O günler gelene kadar ben hastaneden çıkan plasenta atıkları ve diğer organik atıkları havasız ortamda verimli bir şekilde çürütüp doğaya zararsız bir hale getirmek için yerel sürdürülebilir yöntemler araştımak gibi bir hobi edindim. Papaya meyvesinin doğal bir protein parçalayıcı enzim içerdiğini araştırmalarım sonucunda öğrendim. Çürütme süreci için papaya kullanmayı deneyeceğim önümüzdeki günlerde. Belediyeye ait bir çöp kamyonu varmış diye bir duyum aldık geçen gün. Belki haftaya gelip etraftaki çöp dağlarını temizleyecek diye umuyoruz. Bir yandan hastane personeli MSF’in kurmuş olduğu atık yönetimi alanına atıkları getirsin, şırınga iğneleri ayrı kutularda hastalık yaymayacak şekilde toplansın, içme suyu arıtılsın, hastane bahçesi en azından büyük abdest için kullanılmasın gibi işlerle uğraşıyorum. Sivrisinekle mücadele için devlet üzerimize DDT sıkmasa diye de arada kendi kendime dua ediyorum yolda yürürken. Teknik anlamda tam bir çevre mühendisliği kabusu içindeyim. Finallerden bir gece önce bile rüyamda böyle şeyler gördüğümü hatırlamıyorum okulda. Neyse, hayrolsun diyelim hayra yoralım. 6 ay vaktim var. Adım adım ilerlemek lazım. Tuvaletten çıkınca ellerini yıkamayı unutma prenses…

Yasal Uyarı: Bu yazıda belirtilen görüşler tamamiyle yazarın kendisine ait olup hiç bir şekilde Medecins Sans Frontieres (Sınır Tanımayan Doktorlar)`ın resmi görüşünü yansıtmamaktadır.

Yorumlar
3 Yorum to “Sınır Tanımayan Lağımcıyım Beeeeen!”
  1. ceren says:

    sartlar akil alir gibi degil, bu kadarini beklemiyodum..Tuna cidden takdir edilecek bisey yapiyosun ama dikkat et kendine..kahramanimsin!! biyografini yazicam senin 🙂

  2. Asiruh says:

    Bu blogu ilk bu yazı ile keşfetmiştim. Önceden okumuştum yeniden okudum. Gerçekten sizi de takdir ettim:)

  3. seda says:

    çoğumuzun beynindeki sınırlara takılıp kaldığı bir zaman da bazılarımızın hiç bir sınır tanımıyor oluşu ne güzel, ne umut vadedici. yaşanılanlar, talepler, çabalar bu kadar yalın ve naif anlatılabilirdi. orada olduğunuz için ve hepimizin yapması gerekenleri de yüklendiğiniz için teşekkürler. 🙂

Yorum Bırakın