Sokaklara ses katanlar, şehirlere ruh verenler

Şehir hayatı zor şey. Ama seviyoruz işte bir şekilde her şeyin aynı anda ortaya çıktığı, bazen birbirine girdiği, bazen de şaşırtıp gülümsettiği şehirlerde dolaşmayı. Bazen bir sarhoş çıkıp bir şey söylüyor, bazen bir kavga çıkıyor, geleneksel bir aile diyaloğuna tanık oluyoruz, bazen romantik sevgili anlarına, parklarda takılanları görüp iyi hissediyoruz, çoğu zaman da sokaklardaki müziği o anki ruh halimizin soundtrack’i yapıyoruz.

Hikayeleri sesle anlatmak bazen fotoğrafla anlatmaktan daha da eğlenceli olabiliyor. Dinleyicinin hayal gücüne kalmış renkler, kokular, şekiller; ama, sesler burada.

Meydandan eve yürüken Eric’in çaldığı Jew’s Harp, soundtrackimiz oluyor güneşli bir Şubat gününde, Brüksel’de:

Flash required

Barselona’da metroya benimle birlikte binen Roman akordeoncunun çaldığı Tango, nerede olduğumu unutturup ruh halime şekil veriyor:

Flash required

Metrodan inip kuş pazarından geçtikten sonra:

Flash required

Vardığım meydandaki bir çift sokak müzisyeni hangdrum’la tanıştırıyor beni:

Flash required

İstanbul’da yağmurlu bir Mart gününde Taksim’de Yeşim’le kahve içtiğim cafe’den çıkıyorum ve Galatasaray Meydanı’nda bir grup sokak sambacısı deliler gibi samba çalıyor yağmur altında ve etraflarındaki kalabalık gülümseyerek dans ediyor:

Flash required

Beşiktaş’dan vapura binip Kadıköy’e geçiyorum. Haldun Taner tiyatrosunun önünde Karadeniz’li yaklaşık 40-50 kişilik bir grup, tulum eşliğinde horon tepiyor:

Flash required

Strasbourg’da Nato karşıtı gösteri mitinginde, polis sirenleri, sambacı aktivistler ve havada uçuşan sloganlar nerede ve ne yapmakta olduğumu hatırlatıyor sürekli:

Flash required

Amsterdam’da OVA halk kütüphanesinde çalışırken, 4. kattaki canlı yayın odasından bir jazz grubunun prova sesleri yükseliyor:

Flash required

Brüksel’de yürüyüşe çıkıyorum ılık bir Nisan akşamında. Orta yaşlı bir müzisyen çift (Fransız bir abi, Amerikan bir abla) gitar çalıp kulaklarımızı 70’lerin müziğiyle yıkıyor, temizliyor. Çevrelerinde işten çıkmış bir adam kravatını gevşetmiş bağdaş kurmuş, birkaç genç bira içiyor, iki ayyaş dans etmeye başlıyor, bir tanesi çiftin topladığı paraları çalmaya çalışırken ötekisi onu yaka paça halkanın dışına fırlatıp, elindeki bozuklukları gitar kutusuna geri atıyor, Japon turistler fotoğraf çekiyor:

Flash required

Ve eve dönüyorum. Juuda, henüz söz yazamadığımız şarkıyı gitarla çalarken kardeşi Elisa mızıkayla doğaçlıyor ve şarkının giriş kısmı tamamlanmak üzereyken, Elisa bırakıyor ve mızıkanın kolay görünmesine rağmen ne kadar emek isteyen bir müzik aleti olduğundan bahsediyor, Juuda çalmaya devam ederken:

Flash required

Bu kalabalık, biraz kaotik, biraz karışık kentleri yaşanır kılan en güzel şeylerden biri sokak müziği. İçinde olduğumuz anları gerçek kılıyor, hikayeye boyut katıyor.

Yorumlar
7 Yorum to “Sokaklara ses katanlar, şehirlere ruh verenler”
  1. Düygü says:

    Nefis!!! Ben de hep gittiğim şehirlerin seslerini kaydetmek istemiştim. Çok keyif aldım okurken/dinlerken.

    Kayıtları neyle (hangi aletle) yaptınız?

  2. Yeliz says:

    Gecen gun biri facebookta profiline “the real trouble about real life is there is no background music!” diye yazmıstı, dogru ama dedıgın gıbı sokak müzisyenleri sayesinde şehirlerde buna da sahibiz ..şimdi burda Bristolda da baharın gelmesiyle saksafonunu alan, gitarını kapan herkes şehrin farklı köselerinde yeni background muzikleri yapıyor.:)
    herkeze güzel müzikli baharlar..(insan ingilterede yasayınca havanın değerini daha iyi bir anlıyor, günesi, güzel havayı daha bi takdir etmeyi ögreniyo:)neyse gecen gün su habere denk geldim, enteresan burdan paylasım dedim…

    Soğuk bir Ocak (2008) sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

    Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

    Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

    Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

    En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

    Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

    Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı…

    Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi…

    Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?
    (kaynak:http://www.ilginchaber.com/ilginc-videolar/3143.html)
    yeliz

  3. közde patlıcan says:

    kaydedilen seslere ayrı, yazının kurgusuna ayrı bayıldım. sağolasın sündüzyeli… d:)

  4. Elif Gündüzyeli says:

    Valla çok eğlenceli bir şey bu ses kaydetmece. Duygu, herhangi bir dijital ses kayıt cihazıyla yapılabilir. Bendeki ucuz bir Olympus Digital Voice Recorder, 40 euro gibi bir fiyata almıştım.

    Yeliz, yazdığın Joshua Bell hikayesinde özellikle çocukların durup dinliyor olması çok şahane geldi. Yalnız müzik için de geçerli değil bu. Hani şehirde yürüken günde kaç kişi bize bakıp gülümsüyor çocuklar haricinde? Bu sabah yorumunu okuyup yakındaki meydana gittim. Bahar geldiğinde meydanın tam göbeğinde, insanların yürüdüğü betonda fıskiyeler çalışmaya başlıyor. Böyle olur olmadık zamanlarda puff diye başlıyorlar. Çocuklar meydanın ortasında gezinip fıskiyelerin çalışmasını beklerken (adrenalin filan bi de az sonra suratlarına fışkıracak suyun heyecanı tabi), yetişkinler bir uçtan ötekine geçmek için tüm meydanı dolaşmayı tercih ediyorlar. Niye acaba diye düşünüyorum bazen.

    Közde patlıcan’ı da öperim. Ayrıca bu ses kayıt olayıyla ilgili yaratıcı başka projeler, hikayeler de düşünüyorum şimdi. Bakalım…

  5. Oğuzhan Yılmaz says:

    Büyük şehrin kalabalık caddesinde, bir sürü insan bir yerlere yetişmeye çabalarken, iki adam konuşarak yürürken, adamlardan biri, yakınlarda gizlenen bir çekirgenin sesini duyar ama diğeri duyamaz.Bunun üzerine bir deney yaparlar ve kaldırıma bir küçük bozuk para atarlar.O koşuşturmacanın içinde en azından 5-6 kişi para sesinin geldiği yönü tespit edebilmek için bakınır.Ama hala çekirgenin sesini kimse duymaz.
    Cevap gayet basit; algıda seçici olma ve sadece işine geldiği gibi algılama durumu.Çekirgenin sesini duyan adamımız belki biraz daha doğanın sesine açılabilmiş biri ya da bu hikayenin çeşitli yorumlarına göre bir kızıldereli.Diğeriyse hepimizin çok iyi bildiği bir karakter aslında.
    Kendimizi ifade edebilmemiz ya da edemeyişimiz yaşantımızı etkiliyor.Biz bilincinde bile olamadan şu mantıklıdır bu değildir diye kararlar alıveriyoruz.Üzerine birde içinde yaşadığın toplumun mantığı, değer yargıları, dayatmaları gelince algının önüne üç katlı süzgeç geçiyor.Ee bir de algıda seçicilik durumu var.
    Şimdi ben merak ediyorum, hayatı ve dünyayı tüm bu süzgeçlerin arkasından algılarken, nasıl olurda doğru budur, yanlış şudur kararını verip köşene çekilirsin be insan evladı?

  6. Gökhan says:

    yıllar sonra gelen mesaj : Linkler hep gitmiş keşke bi düzeltebilseniz de biz de dinleyebilsek 🙂

  7. Elif says:

    Aylar sonra gelen duzeltme: gun itibariyle linkler tekrardan calisiyor. Ses kayitlari yerli yerinde…
    tekrardan dinlemek isteyen veya zamaninda dinlemek isteyip teknik sorunlarla karsilasanlara afiyet olsun efenim.

Yorum Bırakın